I.
Türk romanından bahsedilebilir mi veya Türk öyküsü
var mıdır diye soracak olursak alacağımız cevap başkadır, Türk şiiri var
mıdır diye soracak olursak alacağımız cevap bambaşkadır. Bu
sorulara verilen cevapların başkalığı bizim doğrudan doğruya dünya ile alış
verişimizin neticesidir. Ticaretimiz bizi nereye götürüyorsa şiirimiz de
oradadır. Şiirini verip karşılığında ne alıyorsun? Aldığın şey ile sağladığın
gıda seni nereye ulaştırıyor? Ulaştığın yer ulvi bir menzil mi yoksa senin yola
başladığın noktadan çok daha süfli bir adres mi? Ve bu adres senin mukim
olduğun, ayaklarını sabit kıldığın muhkem bir yer mi yoksa her geçen gün bir
yenisini çıktığın basamaklardan biri mi? Sorular, hakikati cezbetmez, cevabı cezbeder sözü
fehvasınca bu sorulara bir cevap arayalım ve şu zaman içinde akıntıya karşı
kürek çektiğimiz gerçeğini kabul ederek cevaplamaya da tersliğimizin bir
nişanesi olarak tersten başlayalım.
II.
Mukim olan kimdir? Bunu bilirsek belki de başımıza
elan sarılmış olan ve sarılmaya çalışılan her türlü belayı defedebilme
kuvvetini de elde edebiliriz. Mukim olan kişi, ikamet eden kişidir ve onun
bulunduğu yer varoluşunun yeridir, varlığı bizzat o yer iledir ve o yer o
kişinin mütemmim cüzüdür. Yerleşik olduğu kadar hayatiyet sahibidir ve
göçebelikten uzaklaştığı ölçüde varoluşunu pekiştirir. Muhkemdir çünkü hükmeder
yani o yer onun hükmünün geçtiği yerdir, hem kimseye boyun eğmez hem de
birilerini şöyle veya böyle memnun etmeye çalışarak o yeri kendisiyle zapt u
rapt altına alınmış adresi kılmaya çalışmaz. Bizatihi o yer sahibi olması
hasebiyle o adres zaten onunla zapt u rapt altına alınmıştır. İmdi, bunun Türk
şiiri ile ne alakası var diyenleri duyar gibiyim. Alakası şu: Bu müteşairler/müteşaireler tayfası asla hüküm sahibi
olmadıkları yerlerde konargöçer bir hayat sürerek sonunda ulaştıkları basamağı
bir yer olarak görüyor olabilirler ancak has Türk şiiri okuyucusu bunun aslında
ne şiir ne de bahsedilenin Türk şiiri olduğunu çoktan anladı da edebinden
susmayı tercih etti. Çünkü böyle bir ortamda konuşmak ancak düşman toplamaktan
başka bir şeye hizmet etmiyordu fakat Türk şiirini yağmalamaktan ar
etmeyen zevatın da kulağını çekmenin vakti geldi de geçiyor. Miri malıdır
diyerek ses etmediğimiz Türk şiirinin haysiyetiyle oynayanlar er ya da geç
düştükleri çukurdan çıkmalılar. Her neyse, tersten cevaplamaya çalıştığımız soruların sonuncusuyla uğraşmaya
devam edelim. Bu müteşair/müteşaire güruh hep ağa babalarını memnun etmeyi
kendine görev bilir çünkü geldikleri yerin diyetini böyle ödemek onların
boyunlarının borcudur. Bunu yaparken
kullandıkları mecralarda da sürekli birbirlerini pohpohlamayı ihmal etmezler.
Al gülüm ver gülüm yaparak hem gülün canını yakarlar hem de hitap ettikleri
kuru kalabalık şiir okudukları vehmine kapılır. Bu vehme kapılmayanlar gerçek
Türk şiiri ile ahlaklanmış olanlardır ve şiir diye yutturulmaya çalışılan şeye
burun kıvırmaya ölene kadar devam edeceklerdir. Sözünün geçmediği ve
hükümranlığı altında bulundukları ortamlarda, şiir o müteşair/müteşaireler
için herhangi bir nesneden ibarettir. Şiiri
bir meta haline getiren bu bahtsızlar, araç olarak gördükleri şiir sayesinde
pek çok şey almaktadırlar ve almaya da devam edecekleri ayan
beyan ortadadır. Keşke zerre miskal bir şey verseler de aldıklarının karşı
hanesine yazabilsek. Aslına bakılırsa yazdıklarına şiir demek de şiire
bühtan olur fakat tesmiye ettiğimiz şeyin ne olmadığını vurgulamak için
kendisinden faydalanmak işimize geliyor. Alt alta üst üste dizdikleri sözüm ona
mısralardan müteşekkil bu şey şiir değilse o
halde nedir? Psikolojide "Halo
Effect" denen şey ne ise bu zevatın yazdığı da odur. Bir pozdan,
klarktan, bul karayı al parayı oyunundan, imajinatif taklalardan teşekkül eden
şiirleri 'halo effect' marifetiyle gösterişli bütününü yalnızca bir mısraına
veya bir kelimesine borçlu hale geliyor. Kuru kalabalığın daha şiiri okumadan,
okuyacağı şiirin iyi olacağına dair inancı ve kendini peşinen kandırması da bu
'halo effect'in salınımını hızlandırıyor. Aldıkları şeylere gelince, kendileri
neler aldıklarını çok iyi bilseler de biz de ipliklerini pazara dökme konusunda
çok istekli değiliz zira ahlakımız onların alırken elleri titremediği şeyleri
bahsetmeye el vermiyor. Herkes kendini biliyor. Türk şiiri ile
ahlaklanmış bir dostuma bu yazıyı gönderildiğimde o da bana cevaben şunları söyledi: "Nice
cenklerden, gazalardan, ilim ve irfan terbiyesinden, iman ateşiyle pişip kelam
edenlerden, haydan gelip huya gidenlerden, insanlığa muteber olacak hal ve
hareket sahibi olanlardan yoğrulup pişerek bugünlere gelen Türk şiirinin
balından ve kaymağından arsızca, hiç bozuntuya vermeden, mürailikle istifade
etmeleri insanın vallahi tallahi kanına dokunuyor. Bir de bunu muhafazakarlık
libasıyla bizlere teşhir etmeleri ve gelenekten geliyormuş gibi sunmaları
cabası. Edebiyatla uğraşmasak, az çok öz ve kökümüze ittiba etmiş olmasak
bunları "şair" mertebesine koyacağız. Bilahare şiirlerini
mütemadiyen okuyacağız. Ancak hamd olsun durumun farkındayız. Yazılmalı gardaşım.
Yazılmalı ki henüz toyluğunda şiire meyletmiş genç dimağların bu şatafat
görünümlü sefilliğe düşmemeleri sağlanmış olunsun. Ya da Türk şiiri budur gibi bir telakki tezahür
etmemiş olsun. Türk şiiri muhkemliğini kaybetmez ancak bu zevat Türk şiirinin
üzerine bir örtü çekip bundan genç ve hünerli dimağları mahrum
bırakabilir." Dostumdan aldığım bu cevap karşısında hala birkaç narodnik
olarak Türk şiirinin peşinde koşmaya devam etmeye az ama öz insanın içinde yer
almaya yemin ettim. Bu yemin bana ne sağladı? Türk şiirine tebelleş olmuş
bu insanların çektikleri numaraların neye mal olduğunu anlamamı sağladı. Türk
topraklarının kast-ı mahsus ile uğradığı felaketler nerede vücut bulmuş ise,
Türk şiirinin duçar olduğu perişanlıklar da orada tevellüd etmiştir.
III.
Vaktiyle ağabeyime: "Karacaoğlan'ın
Nemçe Kralına yazdığı şiiri biliyor musun?" diye sorduğumda bana hiç
aklımdan çıkmayan şu cevabı vermişti: "Karacaoğlan Nemçe Kralına şiir
yazmaz, Karacaoğlan Nemçe Kralını tehdit eder ve o da şiir olur." Bu cevap
bana mümin ferasetinin ne demek olduğunu enikonu göstermişti. İmdi, kendi
nefsini tehdit etmekten bile aciz insanların yazdıkları ile Karacaoğlan'ın
yazdığı şeye aynı ismi vereceksek, yandı gülüm keten helva. Helvayı yakmamak
için şu hakikati görmemiz gerekiyor: Bırakın kendi nefislerini tehdit etmeyi bilakis şiir ile
nefislerini cilalayıp cilalayıp parlattıkları, fotojenik sırıtışlarla her yerde
karşımıza çıktıkları, o sırça ekranlarda caka sattıkları gün gibi ortadadır.
Elhak, bunlara kimsenin bir şey dediği yok, yapsınlar, alan memnun satan memnun
değil mi efendim, arz talep meselesi bu işler, zaten yazdıkları şeylerin arz
talep meselesinden gayrısı olmadığı su götürmez bir gerçek. Lakin canımızı
sıkan şey, bunu Türk şiiri diye sunmaları. Kimsenin tuttuğunuz ekmeğe, bellediğiniz yola
hased ettiği yok, Türk şiirine iftira atmayın yeter. Başa sarıp tersten
cevaplamaya çalıştığımız sorulara dönelim. 'Ulaştığın yer ulvi bir
menzil mi yoksa senin yola başladığın noktadan çok daha süfli bir adres mi?' diye
bir soru atmıştık ortaya. Haddi zatında bu sorunun cevabı yazının akışı içinde
kendiliğinden husule geldi. Amma velakin şunu söylemek gerekiyor, ulvilik ve
süflilik artık geçer akçe değil. Revaçta olan şey, dolaşıma girdiği an aldığı
beğeni, pozların piksel piksel kalitesi, yazdıkları şeyler ile bir başkasına
nanik çekmek, artistik ve fiyakalı laflar, sürekli göz önünde olmak vs vs. Buradan ne ulvilik
çıkar ne de süflilik. Burada ulvilik ve süflilik statü dışı kalır. O iddiayı
taşıyamayacak kadar çelimsiz bir gürültü patırtıdan başkası değil.
'Şiirini verip karşılığında ne alıyorsun? Aldığın şey ile sağladığın gıda seni
nereye ulaştırıyor?' Yazımız devam ederken bu sorularla tekrar karşı
karşıya gelmek havanda su dövmeye benziyor. Yani ben bunları sordum da ne oldu
veya kendi kıt aklımla cevaplamaya çalıştığım bu sorular bu düzeni mi
değiştirecek, elbette hayır. Kimse üzerine alınıp, hakikaten ya, Allah bizi
ıslah etsin, nadim oldum, Ya Rabbim tövbe estağfurullah mı diyecek? Zinhar
demeyecek. Aksine belki bana sayıp sövecek, belki kıskandığım zannında
bulunacak ve kuvvetle muhtemel umurunda dahi olmayacak. İşte bu sebepledir ki,
yazının başlığında 'sataşmak' kelimesini kullandım. Bu yazdıklarım sataşmaktan
öte gidemez, bu hem müspet manada hem menfi manada bir tesir uyandırıyor bende.
Çünkü onlarla kavga edecek ne PR sahibiyim ne de beni dikkate alacak birileri
var, bu menfi yönüydü. Öte yandan elbette onlarla kavga edemem, dövüşemem,
sadece sataşırım; çünkü onlarla aynı ortamda değilim, aynı melaneti
paylaşmıyorum, rıza göstermediğim şey onlara hayat sunuyor, o düşüklükten
beriyim. Sataşmak kelimesi sadece bunlarla sınırlı değil bu yazı için. Onların yazdıkları şey, artık her
neyse, o şeyler de Türk şiirine sataşmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Ne
Türk şiiriyle savaşacak kadar güçlü bir karşıt cephenin ifadesi olmaya
namzetler ne de mevziyi tahkim edecek bir malzemeye sahipler. Yalnızca sataşma.
Türk şiirine sataşıp duran bu insanlara Allah'ın akıl fikir vermesini
niyaz ederek, vatanımız için Türk şiirinin eteğine yapışmalarını salık
veriyorum. ALLAHU EKBER. Bol bol sadaka verelim, beş vakit
namazı aksatmayalım. 'Kıl beşi kurtar başı' sözü başka hiçbir şeye ilgimi
yöneltemeyecek kadar hayatımın merkezinde yer alması gerekirken bu zırvalarla
uğraştığım için Allah beni affetsin. Amin.
Top 10 Indian casinos for Indian players
YanıtlaSilDiscover a list of Indian w88 코리아 casino winwin토토 games available 토토 배당 online for Indian players. Play online 승부 예측 사이트 casino games for real money in India, including slots, blackjack, bet365 korea roulette,