20 Haziran 2013 Perşembe

mahrem yaşamlar




Portre çalışmalarına yabancı değilim. Daha önce Orhan Okay’ın ‘Silik Fotoğraflar’ını ve Beşir Ayvazoğlu’nun ‘Defterimde Kırk Suret’ini okumuştum. Bu sefer de batılı bir yazarın kaleminden okumak istedim. Gerçi batılı deyince yekpare bir bütünden ve o bütünü oluşturan parçaların hepsinin aynı özellikleri haiz gibi görmekten kaçınmamız lazım. Bir İngiliz’le İspanyol’u aynı ‘Batılı’ tanımı altında toplamak birçok şeyi görmemizin önüne set çekecektir. Her neyse, konuyu dağıtmayalım. Javier Marias İspanyol bir romancı. ‘Yazınsal Yaşamlar’ da Marias’ın edebi portre çalışmalarının yer aldığı harika bir kitap. Okay’ın ve Ayvazoğlu’nun ciddi ve ağırbaşlı portre çalışmalarının aksine Marias’ta eğlenceli ve biraz da magazinsel bir yol izlenmiş. Kitaplarını okurken dibimizi düşüren yazarların kitapların dışında yer alan gerçek hayatları insanı çok şaşırtıyor. Neler var neler! Mesela Faulkner’in at düşkünlüğü onu ölüme götürmüş aynı Faulkner ‘Döşeğimde Ölürken’ gibi bir şaheseri sadece 6 haftada yazmış. Henry James ölmesine yakın zamanlarda kafayı tırlatmış ve kendini Napoleon Bonaparte sanarak kardeşi Joseph’e İspanya tacını kabul etmesi için yakarışlarla dolu mektuplar yazmış. Robert Louis Stevenson ile Henry James o kadar iyi arkadaşmış ki, Stevenson’un evinde sadece Henry James’in oturabildiği ‘James koltuğu’ varmış. Dostoyevski kumarda donuna kadar kaybedip çareyi Turgenyev’den borç almakta bulurmuş. Thomas Mann o kadar kibirliymiş ki, insanın midesi bulanırmış. Vladimir Nabokov tıpkı Camus gibi çok iyi bir kaleciymiş ve kelebek sevdalısıymış, Freud’a da ‘Viyana ördeği’ dermiş. Rilke,  Yasnaya Polyana’da Tolstoy’u ziyaret etmiş. Malcolm Lowry tıpkı bizim Beşir Fuad gibi bileklerini kesmiş. Hele Arthur Rimbaud’un Paul Verlaine ile dostluğu insanın dudağını uçuklatıyor. Rimbaud’la Verlaine birbirlerine silah çekmişler ve Rimbaud yaralanınca Verlaine’i şikâyet etmiş bunun üzerine Verlaine iki yıl kürek mahkûmu olmuş. Oscar Wilde eşcinsellik yüzünden hapse girmiş. Yukio Mişima harakiri yapmış. Elbette koca kitapta sadece bunlar yok, tadımlık olsun diye yazdım bunları. Kuramın sıkıcı havasından bıkan, romanın lezzetinden başka tatlar arayanlar için bu kitap birebir. Yazımızı ilk defa Marias’tan duyduğum Isak Dinesen’in sözleriyle bitirelim, “Sanatta gizem yoktur. Görebildiğin şeyleri yap, onlar sana göremediklerini gösterecekler.”


3 Haziran 2013 Pazartesi

roman var roman var


aharon appelfeld ismine ilk defa romancı selçuk altun'un 'kitap için' adlı kitabında rast geldim. selçuk altun beğendiği romancıların listesini yapmış, aharon appelfeld de onlardan biri. evimizin yakınındaki il halk kütüphanesinin rafları arasında dolaşırken birden gözüm takıldı, baktım 'aharon appelfeld - demir raylar'. eh, alıyım bari dedim ve aldım.

roman isminden de anlaşılacağı üzere rayların üzerinde geçiyor. bundan iki yıl önce 'demiryolu hikayeleri' isimli bir öykü toplamı okumuştum. sel yayınlarının tematik olarak bir araya getirdiği öykü kitaplarını bilenler bilir, 'demiryolu öyküleri'nde de trenlerin, vagonların, rayların, istasyonların içinden geçen öyküler bir araya getirilmiş, enfes bir kitap olmuş, benden tavsiye, okuyun hak vereceksiniz. neyse konuyu çok dağıttık, 'demir raylar'a dönelim. appelfeld bir ukrayna yahudisi. soykırım günlerini yaşamış, annesi de kamplardan birinde öldürülmüş. kendisi de kampların birinden kaçmış, üç yıl ormanlarda dolaşmış daha sonra kızılordu tarafından yakalanmış ve ordu emrine verilmiş. roman da aşağı yukarı appelfeld'in yaşamı ekseninde ilerliyor, yani otobiyografik bir roman. ana kahramanımız erwin siegelbaum'un annesi ve babası bir toplama kampında öldürülmüş, erwin de anababa katilini bulmak için şehirden şehire trenle seyahat ediyor ve onu öldürme planları kuruyor. geçimini ise antika ticaretinden sağlıyor. erwin her gittiği yerde eski bir tanıdıkla karşılaşıyor, bu kişiler çoğunlukla ya kamplardan ya da anne babasının da içinde yer aldığı yahudi komünizm hareketinden. burada bir teknik bir sıkıntıyı dile getirmem gerekiyor, erwin durmadan birisiyle karşılaştığı için haliyle romana yeni bir kişi dahil oluyor ve bu kişiler yeterince tanıtılmadan, çok yüzeysel bir tahlille romanda yerini alıyor, böyle olunca da romanın ana vasıflarından biri olan karakter derinliği zarar görüyor. zaten bence 'demir raylar' romandan ziyade novella ya da uzun hikaye niteliğinde bir kitap. öyle ki, erwin'in hayatını derinden sarsan sevgilileri bile geçiştirilerek anlatılmış, bence buradan romanın genel havasına uygun olarak dramatik bir zenginlik devşirilebilirdi. kitap genel itibariyle böyle. dikkat çekici bir teknik becerisi ya da sarsıcı bir olay örgüsü yok. övülecek tek yanı, doğrudan hedefe giden ve ne yaptığını bilen bir roman olması, gevezeliğe kaçmaması. yani romanın daha başından yahudi soykırımını anlatacağı ve işi bitireceği belli, bu açıdan gayet başarılı. ancak yahudi soykırımından bahsetmese ve yazarı yahudi olmasa bu kadar dile çevrileceği şüpheli bir roman. çünkü dünyada böyle bir eğilim olduğu yadsınamaz bir gerçek. lobi faaliyetleri falan filan. neyse oralara girmesek daha iyi. bu roman aklıma başka bir romanı daha getirdi, 'sana gül bahçesi vadetmedim', iki yaz önce yine bu zamanlar başlamıştım ve yarım bırakmıştım. o roman da yahudi soykırımından bahsediyordu. şizofren bir kızın üzerinden yahudi toplumunun panoroması veriliyordu romanda. yarım bırakmamın sebebi şuydu, yahudilerin sıkıntıları anlatılırken o kadar ağlamaklı bir üslup kullanılmıştı ki bu beni rahatsız etmişti çünkü roman estetik bir takım gereklilikleri bulunan ve rafine edilmiş bir metin. eğer siz bu edebi formda eser veriyorsanız daha inceltilmiş ve estetize bir şekilde anlatmalısınız meselenizi. 'demir raylar' da aynı dertten mustarip. her şeye rağmen, ibrani edebiyatından haberdar ettiği ve roman dünyamıza bir tuğla daha koyduğu için es geçmiyoruz. yazımızı erwin siegelbaum'un sözleriyle bitirelim, "gözlerimden yaşlar delik bir kaptan sızar gibi akıyordu."