Burhan Sönmez’in hayatına göz atan herkes ‘Masumlar’ı okurken yarı otobiyografik bir romanla karşı karşıya
olduğunu anlayacaktır. Üstelik Sönmez bu otobiyografik ögeleri romanın alt
katmanlarına saklama gereği duymadan apaçık bir şekilde vermiştir. Gerçi
otobiyografik olmayan bir edebi metin var mıdır? Her eser zaten yazarın
hayatından fışkırmaz mı? İsmet Özel
‘Şiire Damıtılmış Hayat’ adlı kitabın
sunuş yazısında şöyle söylemişti: “Her
kitabı yazan kendi hakkında yazar ve kim olursa olsun bir kitabı okuyan,
okuduğunu kendi hakkında yazılmış olduğu kanaatinden sapmadan okur.” İsmet Özel’in bu sözleri inancımı pekiştirdi.
Romanda yer alan Cambridge,
Haymana ovası yazarın hayatını derinden etkilemiş yerlerdir ve yine romanda
geçen uykusuzluk Burhan Sönmez’in yıllarca peşini bırakmayan bir illettir. Romanın
başkahramanı Brani Tawo’nun babaannesi Kewe de Sönmez’in annesine masallar
anlatan köylü bir kadından başkası değildir. Sönmez Cambridge’de tercümanlık
yaparak geçimini sağlamaktadır Brani Tawo da. Bunları örnek olsun diye verdim,
otobiyografik ögeler bunlarla sınırlı değil.
Bu girizgâhtan sonra romanın
muhteviyatına ve tekniğine geçebiliriz. Romanda birbiriyle paralel olarak
ilerleyen iki farklı mekân iki farklı zaman ve iki ayrı dünya var. İlki Haymana
ovasındaki bir köy diğeriyse Cambridge. Haymana ovasındaki köy ile Cambridge arasındaki yarılma ve ayrılık
birçok unsur kullanılarak okura usta bir anlatım ile veriliyor. Haymana’da
zaman daha hissedilir, yekpare ve döngüsel bir biçimdeyken Cambridge’de ise
zaman çizgisel ve insan algısını darmadağın eden bir hız ile akan bir biçimde.
Nitekim köy kısmında kırk elli yıllık bir zaman dilimi üç beş sayfada
anlatılırken Cambridge’te tek bir saati sayfalarca anlatıyor Sönmez. Çünkü
köyde zaman bir bütünlük arz ettiği için ha kırk yıl olmuş ha yüz yıl bir şey
fark etmiyor oysa şehirde durum öyle değil, şehirde zaman parçalanmıştır,
şehrin bir saati bir saatini tutmaz. Bu zaman akışlarındaki farklılık hem
romana bir canlılık katıyor hem de köy kent arasındaki farklılığı hissetmemizde
önemli bir yer tutuyor. Ayrıca bir Cambridge’e bir Haymana’ya savrulan okur
dikkatini devamlı diri tutuyor, bu özellik okuyucuyu sürekli romanın içinde
tutması açısından gayet başarılı. Tekdüzeliği kırıyor. Zaman akışlarındaki farklılık
da bana aynı şeyi hissettirdi, vitesi kâh artıran kâh azaltan bir zaman tekniği
okura bir canlılık sağlıyor. Bu köy kent farklılığını hissetmemizi sağlayan tek
şey zaman akışındaki farklılık değil. Haymana ovasındaki köy ile Cambridge
anlatılırken tamamen ayrı diller ve üsluplar tercih edilmiş. Bu dil meselesi
bence çok mühim. Bana göre romanın vermek istediği gerçeklik duygusuna göre dil
tercihi değişkenlik göstermelidir. Her duruma göre farklı bir dil vardır. Italo Calvino da ‘Amerika Dersleri’nde “Bana dil hep dikkatsizce, rastgele bir
biçimde kullanılıyormuş gibi geliyor ve bundan katlanılması zor bir rahatsızlık
duyuyorum.” demişti. İşte Burhan Sönmez dili o kadar dikkatli ve içerikle üst
üste gelecek şekilde kullanıyor ki, dil anlatının ayrılmaz bir parçası haline
geliyor. Yani romanda anlatılanlar ancak bu dil ile anlatılabilir başkası ile
değil. Köyü anlatırken kullanılan dil açıklayıcı, boşluklara yer vermeyen
nitelikte. Çünkü köy hayatının kendi içinde bir bütünlüğü var. Daha sıcak,
samimi, akıcı ve hikâye etmeyi seven bir dil. Şehirde ise kısa, yoğun ve
boşluklu bir dil var. Çünkü şehirde bir bütünlük duygusu yok. Köyün aksine
eksikliği, yarımlığı ve yetersizliği seven bir dil kullanılmış. Bu iki dil
arasındaki farklılık da köy ve kent arasındaki farklılığı hissetmemizi
sağlıyor.
Romanın temel izleği ise gurbet
ve sıla özlemi duygusu üzerine inşa edilmiş. Yalnız gurbet sadece memleketinden
ayrı düşme şeklinde ele alınmamış. Roman şu cümlelerle başlıyor, “Benim vatanım
çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da o büyüdü
içimde.” Yani yetişkinlik demek de çocukluğun gurbeti demek istiyor Burhan
Sönmez. Memleketten ayrı kalmanın yaşattığı gurbet, çocukluktan her gün biraz
daha uzaklaşmanın yaşattığı gurbetin dışında bir diğer gurbet de ölüm. İnsanın
sılası hayattır, gurbeti ise ölüm. Biz ölünce hayattan kopacağız ve gurbete
düşeceğiz yani ölüme. Bunun için de ölümden korkarız. Tabii bu görüş tamamen
batı mahsulü, bunu da söylemek gerek. İslam düşüncesine göre tam tersidir, insan
dünyaya gelmekle Allah’tan ayrı düşmüştür ve dünya onun için gurbettir, ölünce
Allah’a kavuşacak ve gurbeti sona erecektir.
Özellikle değinmek istediğim birkaç şey daha
var. Wittgenstein bölümü bence
romanın en iyi bölümü olmuş. Sinematografik bir özellikte bence, sırf bu
bölümün filmi çekilse yeridir. Sonra antikacı dükkânına ‘Batı Cephesinde Yeni
Bir Şey Yok’ kitabından ilhamla BatıCephesi ismi verilmesi çok hoş bir ironi olmuş.
G.G. Marquez’in son romanını
yayınevine vermeden korsan basımcıların eline geçmesi hikâyesi gerçek mi kurgu
mu bilemiyorum ama o da çok hoş bir yer tutmuş romanda. Zaten romanda
Marquez’in etkisini rahatlıkla görüyoruz ve J.D. Salinger’in. Bir de Bach’ın
ay ışığında tuttuğu notlar hakkında anlatılan bir anekdot var ki, o da harika.
Burhan Sönmez’in masal anlatmadaki becerisi,
doğu ve batı edebiyatının verimlerini bir potada başarıyla eritmesi bu romanın
gücünü anlatmaya yetecektir. Bu roman hakkında daha anlatacak çok şey var ama
benden bu kadar.
Ben bu kitabı okurum! :)
YanıtlaSiluzun süredir beni böyle saran bir roman okumamıştım, kesinlikle okuyun, beğeneceğinizden eminim.
Sil