21 Temmuz 2013 Pazar

sönmeyen masal




Burhan Sönmez’in hayatına göz atan herkes ‘Masumlar’ı okurken yarı otobiyografik bir romanla karşı karşıya olduğunu anlayacaktır. Üstelik Sönmez bu otobiyografik ögeleri romanın alt katmanlarına saklama gereği duymadan apaçık bir şekilde vermiştir. Gerçi otobiyografik olmayan bir edebi metin var mıdır? Her eser zaten yazarın hayatından fışkırmaz mı? İsmet ÖzelŞiire Damıtılmış Hayat’ adlı kitabın sunuş yazısında şöyle söylemişti:  “Her kitabı yazan kendi hakkında yazar ve kim olursa olsun bir kitabı okuyan, okuduğunu kendi hakkında yazılmış olduğu kanaatinden sapmadan okur.”  İsmet Özel’in bu sözleri inancımı pekiştirdi.
Romanda yer alan Cambridge, Haymana ovası yazarın hayatını derinden etkilemiş yerlerdir ve yine romanda geçen uykusuzluk Burhan Sönmez’in yıllarca peşini bırakmayan bir illettir. Romanın başkahramanı Brani Tawo’nun babaannesi Kewe de Sönmez’in annesine masallar anlatan köylü bir kadından başkası değildir. Sönmez Cambridge’de tercümanlık yaparak geçimini sağlamaktadır Brani Tawo da. Bunları örnek olsun diye verdim, otobiyografik ögeler bunlarla sınırlı değil.
Bu girizgâhtan sonra romanın muhteviyatına ve tekniğine geçebiliriz. Romanda birbiriyle paralel olarak ilerleyen iki farklı mekân iki farklı zaman ve iki ayrı dünya var. İlki Haymana ovasındaki bir köy diğeriyse Cambridge. Haymana ovasındaki köy ile Cambridge arasındaki yarılma ve ayrılık birçok unsur kullanılarak okura usta bir anlatım ile veriliyor. Haymana’da zaman daha hissedilir, yekpare ve döngüsel bir biçimdeyken Cambridge’de ise zaman çizgisel ve insan algısını darmadağın eden bir hız ile akan bir biçimde. Nitekim köy kısmında kırk elli yıllık bir zaman dilimi üç beş sayfada anlatılırken Cambridge’te tek bir saati sayfalarca anlatıyor Sönmez. Çünkü köyde zaman bir bütünlük arz ettiği için ha kırk yıl olmuş ha yüz yıl bir şey fark etmiyor oysa şehirde durum öyle değil, şehirde zaman parçalanmıştır, şehrin bir saati bir saatini tutmaz. Bu zaman akışlarındaki farklılık hem romana bir canlılık katıyor hem de köy kent arasındaki farklılığı hissetmemizde önemli bir yer tutuyor. Ayrıca bir Cambridge’e bir Haymana’ya savrulan okur dikkatini devamlı diri tutuyor, bu özellik okuyucuyu sürekli romanın içinde tutması açısından gayet başarılı. Tekdüzeliği kırıyor. Zaman akışlarındaki farklılık da bana aynı şeyi hissettirdi, vitesi kâh artıran kâh azaltan bir zaman tekniği okura bir canlılık sağlıyor. Bu köy kent farklılığını hissetmemizi sağlayan tek şey zaman akışındaki farklılık değil. Haymana ovasındaki köy ile Cambridge anlatılırken tamamen ayrı diller ve üsluplar tercih edilmiş. Bu dil meselesi bence çok mühim. Bana göre romanın vermek istediği gerçeklik duygusuna göre dil tercihi değişkenlik göstermelidir. Her duruma göre farklı bir dil vardır. Italo Calvino da ‘Amerika Dersleri’nde “Bana dil hep dikkatsizce, rastgele bir biçimde kullanılıyormuş gibi geliyor ve bundan katlanılması zor bir rahatsızlık duyuyorum.” demişti. İşte Burhan Sönmez dili o kadar dikkatli ve içerikle üst üste gelecek şekilde kullanıyor ki, dil anlatının ayrılmaz bir parçası haline geliyor. Yani romanda anlatılanlar ancak bu dil ile anlatılabilir başkası ile değil. Köyü anlatırken kullanılan dil açıklayıcı, boşluklara yer vermeyen nitelikte. Çünkü köy hayatının kendi içinde bir bütünlüğü var. Daha sıcak, samimi, akıcı ve hikâye etmeyi seven bir dil. Şehirde ise kısa, yoğun ve boşluklu bir dil var. Çünkü şehirde bir bütünlük duygusu yok. Köyün aksine eksikliği, yarımlığı ve yetersizliği seven bir dil kullanılmış. Bu iki dil arasındaki farklılık da köy ve kent arasındaki farklılığı hissetmemizi sağlıyor.  
Romanın temel izleği ise gurbet ve sıla özlemi duygusu üzerine inşa edilmiş. Yalnız gurbet sadece memleketinden ayrı düşme şeklinde ele alınmamış. Roman şu cümlelerle başlıyor, “Benim vatanım çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da o büyüdü içimde.” Yani yetişkinlik demek de çocukluğun gurbeti demek istiyor Burhan Sönmez. Memleketten ayrı kalmanın yaşattığı gurbet, çocukluktan her gün biraz daha uzaklaşmanın yaşattığı gurbetin dışında bir diğer gurbet de ölüm. İnsanın sılası hayattır, gurbeti ise ölüm. Biz ölünce hayattan kopacağız ve gurbete düşeceğiz yani ölüme. Bunun için de ölümden korkarız. Tabii bu görüş tamamen batı mahsulü, bunu da söylemek gerek. İslam düşüncesine göre tam tersidir, insan dünyaya gelmekle Allah’tan ayrı düşmüştür ve dünya onun için gurbettir, ölünce Allah’a kavuşacak ve gurbeti sona erecektir. 
Özellikle değinmek istediğim birkaç şey daha var. Wittgenstein bölümü bence romanın en iyi bölümü olmuş. Sinematografik bir özellikte bence, sırf bu bölümün filmi çekilse yeridir. Sonra antikacı dükkânına ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ kitabından ilhamla BatıCephesi ismi verilmesi çok hoş bir ironi olmuş. G.G. Marquez’in son romanını yayınevine vermeden korsan basımcıların eline geçmesi hikâyesi gerçek mi kurgu mu bilemiyorum ama o da çok hoş bir yer tutmuş romanda. Zaten romanda Marquez’in etkisini rahatlıkla görüyoruz ve J.D. Salinger’in. Bir de Bach’ın ay ışığında tuttuğu notlar hakkında anlatılan bir anekdot var ki, o da harika.

Burhan Sönmez’in masal anlatmadaki becerisi, doğu ve batı edebiyatının verimlerini bir potada başarıyla eritmesi bu romanın gücünü anlatmaya yetecektir. Bu roman hakkında daha anlatacak çok şey var ama benden bu kadar. 

2 yorum:

  1. Ben bu kitabı okurum! :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. uzun süredir beni böyle saran bir roman okumamıştım, kesinlikle okuyun, beğeneceğinizden eminim.

      Sil