“Eleştirinin görevi, yapıtın bir
yorumunu vermek değil, onun sessizliklerini konuşturmaktır.”
[Terry Eaglaton]
Aforizmalar doğru yerde
kullanıldığı takdirde epey geniş bir alan açmaya yardımcı oluyor. Ben de
kendime bu alanı açmak için Friedrich Nietzsche’nin
bir aforizmasına başvuruyorum. Nietzsche, ‘Tragedyanın Doğuşu’nda şöyle diyor: “Sanat
doğanın bir taklidi değildir; tersine ona yapılan bir ektir, kendisini aşmak
üzere yanına dikilen fizik ötesi bir ekidir doğanın.” Ben bu sözü roman
için kullanacağım, daha doğrusu roman doğrultusunda yorumlayacağım, böylece
meramımı anlatmaya çabalayacağım. Romanı ne değerli kılar? Roman niçin üst
düzey sayılır? Romanın derdi yani tezi olmalı mıdır? Romanın tezi olursa bu onu
estetik olarak aşağıya çeker mi? Bu
soruların içine girip, tek tek cevaplamak elbette bu yazının gücü yetmeyeceği
şeyler. Ama yazı bunlar etrafında dönmeye çalışacak naçizane. Şimdi efendim,
romanla kurulan bağ insandan insana değişir. Romanı okuyan insanın yanında ne
getirdiği, birikimi, romanla kurduğu duygusal bağ, önyargıları ve daha birçok
şey romana estetik değer biçerken insanın kullandığı ölçütlerdir. Ben duygusal
bağ ve önyargıları bir kenara bırakarak tamamen edebi değerini, teknik
başarısını test etmeye çabalıyorum bu yazıda, aslında istemesem bile bir kitap
hakkında yazı yazmakla doğrudan bu test etme işine girmiş oluyorum. Nietzsche
sözünün ilk bölümünde ne diyordu “Sanat
doğanın bir taklidi değildir” ben bunu “Roman
hayatın bir taklidi değildir” şeklinde bozuyorum daha doğrusu yeniden
yapılandırıyorum. Evet, roman hayatın bir taklidi değildir yani ideal olan
budur, iyi edebiyat budur, başarılı roman budur. Zaten roman çıkış itibariyle
insanı gerçek hayatın baskısından kurtarmak ve gerçek hayatın akışını kırmak
için vardır. Eğer iyi roman diye bir şeyden bahsedeceksek bu romanın gerçek
hayatı taklit etmesi şeklinde değil, romanın gerçek hayatı etkisi altına alacak
kadar ciddi bir yükün altına girmesiyle olur. İnsanlar iyi romanı okuyunca
demeli ki, bakınız burada böyle bir hayat var, biz buna itibar etmeliyiz. Roman
bunu yaparken de bir ahlak dersi vermemeli, insanları bir doğrunun peşine
takmamalı, o doğru romanda kendiliğinden ortaya çıkmalı yani roman öğüt vermek
yerine o doğruyu yaşayan bir hayat kurmalı. Böyle bir roman pek çok şeyi
başarmış olur ve mimetik olmaktan kurtularak hayatın ta kendisi olur. Hayatın
ta kendisi olan roman da Nietzsche’nin dediği gibi taklit/mimetik olmaktan
kurtularak “ona yapılan bir ek” olma vasfına ulaşır. Bu birinci kısımdı. Kaba
bir ifadeyle ve genellemeyle sanırım meramımı anlattım.
İkinci kısma da şöyle. Bir eser
bu özellikle romansa bir düşüncenin peşinde koşar mı? Bir düşünceyi yedeğine
alarak yazılmış bir roman ne derece başarılı ve estetiktir? Kanonik romanlar
niçin küçümseniyor? Bunlara da kaba bir genellemeyle cevap vermeye çalışalım.
Roman bir düşüncenin yedeğinde koşmaktan ne kadar uzaklaşırsa o kadar roman
olur. Roman insana nüfuz etmeye çalıştığı için bir değer arz eder. İnsandan ve
onun varoluş problemlerinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar da değeri düşer.
Bugün İslami edebiyat camiasında hidayet romanlarının ötesine geçilemediği için
kaliteli bir İslami roman oluşturulamadı. Bu romanların tek derdi, romandaki
sapık insanı hidayete eriştirmektir ve mutlu sonla bize veda eder. Bu konturları
çok belirgin roman tarzı estetik olarak hiçbir değer taşıyamıyor maalesef.
Çünkü insan problemine değil bir düşüncenin peşine takılmış gidiyor bu
romanlar, yani kanon derdinde. Belki de romanın öz olarak ‘hümanist’ bir sanat
olması İslami roman denilen şeyin ölü doğmasına sebep oluyor, her neyse bu
İslami roman mevzuuna da romanın bir fikir, düşünce peşinde koşmasına,
okuyucuyu ikna etmeyi kendine dert etmesi sebebiyle değindim. Estetik olarak
bir değer taşımamasına örnek olsun diye verdim. Çok kaba bir genelleme olduğunu
söylemekle birlikte burada da meramımı anlattığımı zannediyorum.
İmdi, Akif Kurtuluş’un ‘Mihman’ına
gelelim. Bence ‘Mihman’ birinci ve ikinci kısımlarda bahsettiğim birçok olumsuz
vasfı bünyesinde barındırıyor maalesef. Birinci kısımda şikâyet ettiğim hayatın
taklidi mevzuunda yer yer başarılı delikler açsa da genel olarak olumsuz
hanesini doldurmuş bence Akif Kurtuluş. İkinci kısımda yakındığım meselede ise
tamamen olumsuz haneyi doldurmuş maalesef Kurtuluş. Şimdi efendim kalkıp bir
başka romancı da Akif Kurtuluş’un vaz ettiği şeylerin zıddına bir roman yazarsa
ne yapacağız? Roman böyle bir şey mi? Romanı biz bir tenis maçı seyreder gibi
kafamızı bir o tarafa bir bu tarafa çevirerek mi takip edeceğiz? Bence roman
böyle bir şey değil. Başka şeylere de değinmek niyetindeydim, mesela her kahramanının
kendi ağzından olayı anlatırken romanın istenilen akışkanlığın, ritmin
sağlanamadığı hususunda, ancak genel olarak böyle bir rahatsızlık yok sanırım
bu benim şahsi sıkıntım. Yazımızı roman kahramanımız Memet Fuat’ın sözleriyle
bitirelim, “İnsan kim olduğuna karar veremez. Kim olduğu sorusuna verdiği
cevabın hiçbir önemi yoktur zaten. O cevabı başkaları verir. Hepimiz hem bir
başkasının kim olduğuna karar verecek kadar iktidar sahibiyiz, hem de başka bir
iktidarın bu soruya verdiği cevap karşısında, çaresiz…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder