16 Temmuz 2013 Salı

roman'a mihman


“Eleştirinin görevi, yapıtın bir yorumunu vermek değil, onun sessizliklerini konuşturmaktır.”
                                                                                                                [Terry Eaglaton]

Aforizmalar doğru yerde kullanıldığı takdirde epey geniş bir alan açmaya yardımcı oluyor. Ben de kendime bu alanı açmak için Friedrich Nietzsche’nin bir aforizmasına başvuruyorum. Nietzsche, ‘Tragedyanın Doğuşunda şöyle diyor:  “Sanat doğanın bir taklidi değildir; tersine ona yapılan bir ektir, kendisini aşmak üzere yanına dikilen fizik ötesi bir ekidir doğanın.” Ben bu sözü roman için kullanacağım, daha doğrusu roman doğrultusunda yorumlayacağım, böylece meramımı anlatmaya çabalayacağım. Romanı ne değerli kılar? Roman niçin üst düzey sayılır? Romanın derdi yani tezi olmalı mıdır? Romanın tezi olursa bu onu estetik olarak aşağıya çeker mi?  Bu soruların içine girip, tek tek cevaplamak elbette bu yazının gücü yetmeyeceği şeyler. Ama yazı bunlar etrafında dönmeye çalışacak naçizane. Şimdi efendim, romanla kurulan bağ insandan insana değişir. Romanı okuyan insanın yanında ne getirdiği, birikimi, romanla kurduğu duygusal bağ, önyargıları ve daha birçok şey romana estetik değer biçerken insanın kullandığı ölçütlerdir. Ben duygusal bağ ve önyargıları bir kenara bırakarak tamamen edebi değerini, teknik başarısını test etmeye çabalıyorum bu yazıda, aslında istemesem bile bir kitap hakkında yazı yazmakla doğrudan bu test etme işine girmiş oluyorum. Nietzsche sözünün ilk bölümünde ne diyordu “Sanat doğanın bir taklidi değildir” ben bunu “Roman hayatın bir taklidi değildir” şeklinde bozuyorum daha doğrusu yeniden yapılandırıyorum. Evet, roman hayatın bir taklidi değildir yani ideal olan budur, iyi edebiyat budur, başarılı roman budur. Zaten roman çıkış itibariyle insanı gerçek hayatın baskısından kurtarmak ve gerçek hayatın akışını kırmak için vardır. Eğer iyi roman diye bir şeyden bahsedeceksek bu romanın gerçek hayatı taklit etmesi şeklinde değil, romanın gerçek hayatı etkisi altına alacak kadar ciddi bir yükün altına girmesiyle olur. İnsanlar iyi romanı okuyunca demeli ki, bakınız burada böyle bir hayat var, biz buna itibar etmeliyiz. Roman bunu yaparken de bir ahlak dersi vermemeli, insanları bir doğrunun peşine takmamalı, o doğru romanda kendiliğinden ortaya çıkmalı yani roman öğüt vermek yerine o doğruyu yaşayan bir hayat kurmalı. Böyle bir roman pek çok şeyi başarmış olur ve mimetik olmaktan kurtularak hayatın ta kendisi olur. Hayatın ta kendisi olan roman da Nietzsche’nin dediği gibi taklit/mimetik olmaktan kurtularak  “ona yapılan bir ek” olma vasfına ulaşır. Bu birinci kısımdı. Kaba bir ifadeyle ve genellemeyle sanırım meramımı anlattım.
İkinci kısma da şöyle. Bir eser bu özellikle romansa bir düşüncenin peşinde koşar mı? Bir düşünceyi yedeğine alarak yazılmış bir roman ne derece başarılı ve estetiktir? Kanonik romanlar niçin küçümseniyor? Bunlara da kaba bir genellemeyle cevap vermeye çalışalım. Roman bir düşüncenin yedeğinde koşmaktan ne kadar uzaklaşırsa o kadar roman olur. Roman insana nüfuz etmeye çalıştığı için bir değer arz eder. İnsandan ve onun varoluş problemlerinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar da değeri düşer. Bugün İslami edebiyat camiasında hidayet romanlarının ötesine geçilemediği için kaliteli bir İslami roman oluşturulamadı. Bu romanların tek derdi, romandaki sapık insanı hidayete eriştirmektir ve mutlu sonla bize veda eder. Bu konturları çok belirgin roman tarzı estetik olarak hiçbir değer taşıyamıyor maalesef. Çünkü insan problemine değil bir düşüncenin peşine takılmış gidiyor bu romanlar, yani kanon derdinde. Belki de romanın öz olarak ‘hümanist’ bir sanat olması İslami roman denilen şeyin ölü doğmasına sebep oluyor, her neyse bu İslami roman mevzuuna da romanın bir fikir, düşünce peşinde koşmasına, okuyucuyu ikna etmeyi kendine dert etmesi sebebiyle değindim. Estetik olarak bir değer taşımamasına örnek olsun diye verdim. Çok kaba bir genelleme olduğunu söylemekle birlikte burada da meramımı anlattığımı zannediyorum.




İmdi, Akif Kurtuluş’un ‘Mihman’ına gelelim. Bence ‘Mihman’ birinci ve ikinci kısımlarda bahsettiğim birçok olumsuz vasfı bünyesinde barındırıyor maalesef. Birinci kısımda şikâyet ettiğim hayatın taklidi mevzuunda yer yer başarılı delikler açsa da genel olarak olumsuz hanesini doldurmuş bence Akif Kurtuluş. İkinci kısımda yakındığım meselede ise tamamen olumsuz haneyi doldurmuş maalesef Kurtuluş. Şimdi efendim kalkıp bir başka romancı da Akif Kurtuluş’un vaz ettiği şeylerin zıddına bir roman yazarsa ne yapacağız? Roman böyle bir şey mi? Romanı biz bir tenis maçı seyreder gibi kafamızı bir o tarafa bir bu tarafa çevirerek mi takip edeceğiz? Bence roman böyle bir şey değil. Başka şeylere de değinmek niyetindeydim, mesela her kahramanının kendi ağzından olayı anlatırken romanın istenilen akışkanlığın, ritmin sağlanamadığı hususunda, ancak genel olarak böyle bir rahatsızlık yok sanırım bu benim şahsi sıkıntım. Yazımızı roman kahramanımız Memet Fuat’ın sözleriyle bitirelim, “İnsan kim olduğuna karar veremez. Kim olduğu sorusuna verdiği cevabın hiçbir önemi yoktur zaten. O cevabı başkaları verir. Hepimiz hem bir başkasının kim olduğuna karar verecek kadar iktidar sahibiyiz, hem de başka bir iktidarın bu soruya verdiği cevap karşısında, çaresiz…” 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder