22 Temmuz 2013 Pazartesi
21 Temmuz 2013 Pazar
sönmeyen masal
Burhan Sönmez’in hayatına göz atan herkes ‘Masumlar’ı okurken yarı otobiyografik bir romanla karşı karşıya
olduğunu anlayacaktır. Üstelik Sönmez bu otobiyografik ögeleri romanın alt
katmanlarına saklama gereği duymadan apaçık bir şekilde vermiştir. Gerçi
otobiyografik olmayan bir edebi metin var mıdır? Her eser zaten yazarın
hayatından fışkırmaz mı? İsmet Özel
‘Şiire Damıtılmış Hayat’ adlı kitabın
sunuş yazısında şöyle söylemişti: “Her
kitabı yazan kendi hakkında yazar ve kim olursa olsun bir kitabı okuyan,
okuduğunu kendi hakkında yazılmış olduğu kanaatinden sapmadan okur.” İsmet Özel’in bu sözleri inancımı pekiştirdi.
Romanda yer alan Cambridge,
Haymana ovası yazarın hayatını derinden etkilemiş yerlerdir ve yine romanda
geçen uykusuzluk Burhan Sönmez’in yıllarca peşini bırakmayan bir illettir. Romanın
başkahramanı Brani Tawo’nun babaannesi Kewe de Sönmez’in annesine masallar
anlatan köylü bir kadından başkası değildir. Sönmez Cambridge’de tercümanlık
yaparak geçimini sağlamaktadır Brani Tawo da. Bunları örnek olsun diye verdim,
otobiyografik ögeler bunlarla sınırlı değil.
Bu girizgâhtan sonra romanın
muhteviyatına ve tekniğine geçebiliriz. Romanda birbiriyle paralel olarak
ilerleyen iki farklı mekân iki farklı zaman ve iki ayrı dünya var. İlki Haymana
ovasındaki bir köy diğeriyse Cambridge. Haymana ovasındaki köy ile Cambridge arasındaki yarılma ve ayrılık
birçok unsur kullanılarak okura usta bir anlatım ile veriliyor. Haymana’da
zaman daha hissedilir, yekpare ve döngüsel bir biçimdeyken Cambridge’de ise
zaman çizgisel ve insan algısını darmadağın eden bir hız ile akan bir biçimde.
Nitekim köy kısmında kırk elli yıllık bir zaman dilimi üç beş sayfada
anlatılırken Cambridge’te tek bir saati sayfalarca anlatıyor Sönmez. Çünkü
köyde zaman bir bütünlük arz ettiği için ha kırk yıl olmuş ha yüz yıl bir şey
fark etmiyor oysa şehirde durum öyle değil, şehirde zaman parçalanmıştır,
şehrin bir saati bir saatini tutmaz. Bu zaman akışlarındaki farklılık hem
romana bir canlılık katıyor hem de köy kent arasındaki farklılığı hissetmemizde
önemli bir yer tutuyor. Ayrıca bir Cambridge’e bir Haymana’ya savrulan okur
dikkatini devamlı diri tutuyor, bu özellik okuyucuyu sürekli romanın içinde
tutması açısından gayet başarılı. Tekdüzeliği kırıyor. Zaman akışlarındaki farklılık
da bana aynı şeyi hissettirdi, vitesi kâh artıran kâh azaltan bir zaman tekniği
okura bir canlılık sağlıyor. Bu köy kent farklılığını hissetmemizi sağlayan tek
şey zaman akışındaki farklılık değil. Haymana ovasındaki köy ile Cambridge
anlatılırken tamamen ayrı diller ve üsluplar tercih edilmiş. Bu dil meselesi
bence çok mühim. Bana göre romanın vermek istediği gerçeklik duygusuna göre dil
tercihi değişkenlik göstermelidir. Her duruma göre farklı bir dil vardır. Italo Calvino da ‘Amerika Dersleri’nde “Bana dil hep dikkatsizce, rastgele bir
biçimde kullanılıyormuş gibi geliyor ve bundan katlanılması zor bir rahatsızlık
duyuyorum.” demişti. İşte Burhan Sönmez dili o kadar dikkatli ve içerikle üst
üste gelecek şekilde kullanıyor ki, dil anlatının ayrılmaz bir parçası haline
geliyor. Yani romanda anlatılanlar ancak bu dil ile anlatılabilir başkası ile
değil. Köyü anlatırken kullanılan dil açıklayıcı, boşluklara yer vermeyen
nitelikte. Çünkü köy hayatının kendi içinde bir bütünlüğü var. Daha sıcak,
samimi, akıcı ve hikâye etmeyi seven bir dil. Şehirde ise kısa, yoğun ve
boşluklu bir dil var. Çünkü şehirde bir bütünlük duygusu yok. Köyün aksine
eksikliği, yarımlığı ve yetersizliği seven bir dil kullanılmış. Bu iki dil
arasındaki farklılık da köy ve kent arasındaki farklılığı hissetmemizi
sağlıyor.
Romanın temel izleği ise gurbet
ve sıla özlemi duygusu üzerine inşa edilmiş. Yalnız gurbet sadece memleketinden
ayrı düşme şeklinde ele alınmamış. Roman şu cümlelerle başlıyor, “Benim vatanım
çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da o büyüdü
içimde.” Yani yetişkinlik demek de çocukluğun gurbeti demek istiyor Burhan
Sönmez. Memleketten ayrı kalmanın yaşattığı gurbet, çocukluktan her gün biraz
daha uzaklaşmanın yaşattığı gurbetin dışında bir diğer gurbet de ölüm. İnsanın
sılası hayattır, gurbeti ise ölüm. Biz ölünce hayattan kopacağız ve gurbete
düşeceğiz yani ölüme. Bunun için de ölümden korkarız. Tabii bu görüş tamamen
batı mahsulü, bunu da söylemek gerek. İslam düşüncesine göre tam tersidir, insan
dünyaya gelmekle Allah’tan ayrı düşmüştür ve dünya onun için gurbettir, ölünce
Allah’a kavuşacak ve gurbeti sona erecektir.
Özellikle değinmek istediğim birkaç şey daha
var. Wittgenstein bölümü bence
romanın en iyi bölümü olmuş. Sinematografik bir özellikte bence, sırf bu
bölümün filmi çekilse yeridir. Sonra antikacı dükkânına ‘Batı Cephesinde Yeni
Bir Şey Yok’ kitabından ilhamla BatıCephesi ismi verilmesi çok hoş bir ironi olmuş.
G.G. Marquez’in son romanını
yayınevine vermeden korsan basımcıların eline geçmesi hikâyesi gerçek mi kurgu
mu bilemiyorum ama o da çok hoş bir yer tutmuş romanda. Zaten romanda
Marquez’in etkisini rahatlıkla görüyoruz ve J.D. Salinger’in. Bir de Bach’ın
ay ışığında tuttuğu notlar hakkında anlatılan bir anekdot var ki, o da harika.
Burhan Sönmez’in masal anlatmadaki becerisi,
doğu ve batı edebiyatının verimlerini bir potada başarıyla eritmesi bu romanın
gücünü anlatmaya yetecektir. Bu roman hakkında daha anlatacak çok şey var ama
benden bu kadar.
16 Temmuz 2013 Salı
roman'a mihman
“Eleştirinin görevi, yapıtın bir
yorumunu vermek değil, onun sessizliklerini konuşturmaktır.”
[Terry Eaglaton]
Aforizmalar doğru yerde
kullanıldığı takdirde epey geniş bir alan açmaya yardımcı oluyor. Ben de
kendime bu alanı açmak için Friedrich Nietzsche’nin
bir aforizmasına başvuruyorum. Nietzsche, ‘Tragedyanın Doğuşu’nda şöyle diyor: “Sanat
doğanın bir taklidi değildir; tersine ona yapılan bir ektir, kendisini aşmak
üzere yanına dikilen fizik ötesi bir ekidir doğanın.” Ben bu sözü roman
için kullanacağım, daha doğrusu roman doğrultusunda yorumlayacağım, böylece
meramımı anlatmaya çabalayacağım. Romanı ne değerli kılar? Roman niçin üst
düzey sayılır? Romanın derdi yani tezi olmalı mıdır? Romanın tezi olursa bu onu
estetik olarak aşağıya çeker mi? Bu
soruların içine girip, tek tek cevaplamak elbette bu yazının gücü yetmeyeceği
şeyler. Ama yazı bunlar etrafında dönmeye çalışacak naçizane. Şimdi efendim,
romanla kurulan bağ insandan insana değişir. Romanı okuyan insanın yanında ne
getirdiği, birikimi, romanla kurduğu duygusal bağ, önyargıları ve daha birçok
şey romana estetik değer biçerken insanın kullandığı ölçütlerdir. Ben duygusal
bağ ve önyargıları bir kenara bırakarak tamamen edebi değerini, teknik
başarısını test etmeye çabalıyorum bu yazıda, aslında istemesem bile bir kitap
hakkında yazı yazmakla doğrudan bu test etme işine girmiş oluyorum. Nietzsche
sözünün ilk bölümünde ne diyordu “Sanat
doğanın bir taklidi değildir” ben bunu “Roman
hayatın bir taklidi değildir” şeklinde bozuyorum daha doğrusu yeniden
yapılandırıyorum. Evet, roman hayatın bir taklidi değildir yani ideal olan
budur, iyi edebiyat budur, başarılı roman budur. Zaten roman çıkış itibariyle
insanı gerçek hayatın baskısından kurtarmak ve gerçek hayatın akışını kırmak
için vardır. Eğer iyi roman diye bir şeyden bahsedeceksek bu romanın gerçek
hayatı taklit etmesi şeklinde değil, romanın gerçek hayatı etkisi altına alacak
kadar ciddi bir yükün altına girmesiyle olur. İnsanlar iyi romanı okuyunca
demeli ki, bakınız burada böyle bir hayat var, biz buna itibar etmeliyiz. Roman
bunu yaparken de bir ahlak dersi vermemeli, insanları bir doğrunun peşine
takmamalı, o doğru romanda kendiliğinden ortaya çıkmalı yani roman öğüt vermek
yerine o doğruyu yaşayan bir hayat kurmalı. Böyle bir roman pek çok şeyi
başarmış olur ve mimetik olmaktan kurtularak hayatın ta kendisi olur. Hayatın
ta kendisi olan roman da Nietzsche’nin dediği gibi taklit/mimetik olmaktan
kurtularak “ona yapılan bir ek” olma vasfına ulaşır. Bu birinci kısımdı. Kaba
bir ifadeyle ve genellemeyle sanırım meramımı anlattım.
İkinci kısma da şöyle. Bir eser
bu özellikle romansa bir düşüncenin peşinde koşar mı? Bir düşünceyi yedeğine
alarak yazılmış bir roman ne derece başarılı ve estetiktir? Kanonik romanlar
niçin küçümseniyor? Bunlara da kaba bir genellemeyle cevap vermeye çalışalım.
Roman bir düşüncenin yedeğinde koşmaktan ne kadar uzaklaşırsa o kadar roman
olur. Roman insana nüfuz etmeye çalıştığı için bir değer arz eder. İnsandan ve
onun varoluş problemlerinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar da değeri düşer.
Bugün İslami edebiyat camiasında hidayet romanlarının ötesine geçilemediği için
kaliteli bir İslami roman oluşturulamadı. Bu romanların tek derdi, romandaki
sapık insanı hidayete eriştirmektir ve mutlu sonla bize veda eder. Bu konturları
çok belirgin roman tarzı estetik olarak hiçbir değer taşıyamıyor maalesef.
Çünkü insan problemine değil bir düşüncenin peşine takılmış gidiyor bu
romanlar, yani kanon derdinde. Belki de romanın öz olarak ‘hümanist’ bir sanat
olması İslami roman denilen şeyin ölü doğmasına sebep oluyor, her neyse bu
İslami roman mevzuuna da romanın bir fikir, düşünce peşinde koşmasına,
okuyucuyu ikna etmeyi kendine dert etmesi sebebiyle değindim. Estetik olarak
bir değer taşımamasına örnek olsun diye verdim. Çok kaba bir genelleme olduğunu
söylemekle birlikte burada da meramımı anlattığımı zannediyorum.
İmdi, Akif Kurtuluş’un ‘Mihman’ına
gelelim. Bence ‘Mihman’ birinci ve ikinci kısımlarda bahsettiğim birçok olumsuz
vasfı bünyesinde barındırıyor maalesef. Birinci kısımda şikâyet ettiğim hayatın
taklidi mevzuunda yer yer başarılı delikler açsa da genel olarak olumsuz
hanesini doldurmuş bence Akif Kurtuluş. İkinci kısımda yakındığım meselede ise
tamamen olumsuz haneyi doldurmuş maalesef Kurtuluş. Şimdi efendim kalkıp bir
başka romancı da Akif Kurtuluş’un vaz ettiği şeylerin zıddına bir roman yazarsa
ne yapacağız? Roman böyle bir şey mi? Romanı biz bir tenis maçı seyreder gibi
kafamızı bir o tarafa bir bu tarafa çevirerek mi takip edeceğiz? Bence roman
böyle bir şey değil. Başka şeylere de değinmek niyetindeydim, mesela her kahramanının
kendi ağzından olayı anlatırken romanın istenilen akışkanlığın, ritmin
sağlanamadığı hususunda, ancak genel olarak böyle bir rahatsızlık yok sanırım
bu benim şahsi sıkıntım. Yazımızı roman kahramanımız Memet Fuat’ın sözleriyle
bitirelim, “İnsan kim olduğuna karar veremez. Kim olduğu sorusuna verdiği
cevabın hiçbir önemi yoktur zaten. O cevabı başkaları verir. Hepimiz hem bir
başkasının kim olduğuna karar verecek kadar iktidar sahibiyiz, hem de başka bir
iktidarın bu soruya verdiği cevap karşısında, çaresiz…”
12 Temmuz 2013 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)