19 Aralık 2016 Pazartesi

TÜRK ŞİİRİNE SATAŞANLARA BİZ DE SATAŞACAĞIZ

I.
Türk romanından bahsedilebilir mi veya Türk öyküsü var mıdır diye soracak olursak alacağımız cevap başkadır, Türk şiiri var mıdır diye soracak olursak alacağımız cevap bambaşkadır. Bu sorulara verilen cevapların başkalığı bizim doğrudan doğruya dünya ile alış verişimizin neticesidir. Ticaretimiz bizi nereye götürüyorsa şiirimiz de oradadır. Şiirini verip karşılığında ne alıyorsun? Aldığın şey ile sağladığın gıda seni nereye ulaştırıyor? Ulaştığın yer ulvi bir menzil mi yoksa senin yola başladığın noktadan çok daha süfli bir adres mi? Ve bu adres senin mukim olduğun, ayaklarını sabit kıldığın muhkem bir yer mi yoksa her geçen gün bir yenisini çıktığın basamaklardan biri mi? Sorular, hakikati cezbetmez, cevabı cezbeder sözü fehvasınca bu sorulara bir cevap arayalım ve şu zaman içinde akıntıya karşı kürek çektiğimiz gerçeğini kabul ederek cevaplamaya da tersliğimizin bir nişanesi olarak tersten başlayalım.

II.
Mukim olan kimdir? Bunu bilirsek belki de başımıza elan sarılmış olan ve sarılmaya çalışılan her türlü belayı defedebilme kuvvetini de elde edebiliriz. Mukim olan kişi, ikamet eden kişidir ve onun bulunduğu yer varoluşunun yeridir, varlığı bizzat o yer iledir ve o yer o kişinin mütemmim cüzüdür. Yerleşik olduğu kadar hayatiyet sahibidir ve göçebelikten uzaklaştığı ölçüde varoluşunu pekiştirir. Muhkemdir çünkü hükmeder yani o yer onun hükmünün geçtiği yerdir, hem kimseye boyun eğmez hem de birilerini şöyle veya böyle memnun etmeye çalışarak o yeri kendisiyle zapt u rapt altına alınmış adresi kılmaya çalışmaz. Bizatihi o yer sahibi olması hasebiyle o adres zaten onunla zapt u rapt altına alınmıştır. İmdi, bunun Türk şiiri ile ne alakası var diyenleri duyar gibiyim. Alakası şu: Bu müteşairler/müteşaireler tayfası asla hüküm sahibi olmadıkları yerlerde konargöçer bir hayat sürerek sonunda ulaştıkları basamağı bir yer olarak görüyor olabilirler ancak has Türk şiiri okuyucusu bunun aslında ne şiir ne de bahsedilenin Türk şiiri olduğunu çoktan anladı da edebinden susmayı tercih etti. Çünkü böyle bir ortamda konuşmak ancak düşman toplamaktan başka bir şeye hizmet etmiyordu fakat Türk şiirini yağmalamaktan ar etmeyen zevatın da kulağını çekmenin vakti geldi de geçiyor. Miri malıdır diyerek ses etmediğimiz Türk şiirinin haysiyetiyle oynayanlar er ya da geç düştükleri çukurdan çıkmalılar. Her neyse, tersten cevaplamaya çalıştığımız soruların sonuncusuyla uğraşmaya devam edelim. Bu müteşair/müteşaire güruh hep ağa babalarını memnun etmeyi kendine görev bilir çünkü geldikleri yerin diyetini böyle ödemek onların boyunlarının borcudur. Bunu yaparken kullandıkları mecralarda da sürekli birbirlerini pohpohlamayı ihmal etmezler. Al gülüm ver gülüm yaparak hem gülün canını yakarlar hem de hitap ettikleri kuru kalabalık şiir okudukları vehmine kapılır. Bu vehme kapılmayanlar gerçek Türk şiiri ile ahlaklanmış olanlardır ve şiir diye yutturulmaya çalışılan şeye burun kıvırmaya ölene kadar devam edeceklerdir. Sözünün geçmediği ve hükümranlığı altında bulundukları ortamlarda, şiir o müteşair/müteşaireler için herhangi bir nesneden ibarettir. Şiiri bir meta haline getiren bu bahtsızlar, araç olarak gördükleri şiir sayesinde pek çok şey almaktadırlar ve almaya da devam edecekleri ayan beyan ortadadır. Keşke zerre miskal bir şey verseler de aldıklarının karşı hanesine yazabilsek. Aslına bakılırsa yazdıklarına şiir demek de şiire bühtan olur fakat tesmiye ettiğimiz şeyin ne olmadığını vurgulamak için kendisinden faydalanmak işimize geliyor. Alt alta üst üste dizdikleri sözüm ona mısralardan müteşekkil bu şey şiir değilse o halde nedir? Psikolojide "Halo Effect" denen şey ne ise bu zevatın  yazdığı da odur. Bir pozdan, klarktan, bul karayı al parayı oyunundan, imajinatif taklalardan teşekkül eden şiirleri 'halo effect' marifetiyle gösterişli bütününü yalnızca bir mısraına veya bir kelimesine borçlu hale geliyor. Kuru kalabalığın daha şiiri okumadan, okuyacağı şiirin iyi olacağına dair inancı ve kendini peşinen kandırması da bu 'halo effect'in salınımını hızlandırıyor. Aldıkları şeylere gelince, kendileri neler aldıklarını çok iyi bilseler de biz de ipliklerini pazara dökme konusunda çok istekli değiliz zira ahlakımız onların alırken elleri titremediği şeyleri bahsetmeye el vermiyor. Herkes kendini biliyor. Türk şiiri ile ahlaklanmış bir dostuma bu yazıyı gönderildiğimde o da bana cevaben şunları söyledi: "Nice cenklerden, gazalardan, ilim ve irfan terbiyesinden, iman ateşiyle pişip kelam edenlerden, haydan gelip huya gidenlerden, insanlığa muteber olacak hal ve hareket sahibi olanlardan yoğrulup pişerek bugünlere gelen Türk şiirinin balından ve kaymağından arsızca, hiç bozuntuya vermeden, mürailikle istifade etmeleri insanın vallahi tallahi kanına dokunuyor. Bir de bunu muhafazakarlık libasıyla bizlere teşhir etmeleri ve gelenekten geliyormuş gibi sunmaları cabası. Edebiyatla uğraşmasak, az çok öz ve kökümüze ittiba etmiş olmasak bunları "şair" mertebesine koyacağız.  Bilahare şiirlerini mütemadiyen okuyacağız. Ancak hamd olsun durumun farkındayız. Yazılmalı gardaşım. Yazılmalı ki henüz toyluğunda şiire meyletmiş genç dimağların bu şatafat görünümlü sefilliğe düşmemeleri sağlanmış olunsun. Ya da Türk şiiri budur gibi bir telakki tezahür etmemiş olsun. Türk şiiri muhkemliğini kaybetmez ancak bu zevat Türk şiirinin üzerine bir örtü çekip bundan genç ve hünerli dimağları mahrum bırakabilir." Dostumdan aldığım bu cevap karşısında hala birkaç narodnik olarak Türk şiirinin peşinde koşmaya devam etmeye az ama öz insanın içinde yer almaya yemin ettim. Bu yemin bana ne sağladı? Türk şiirine tebelleş olmuş bu insanların çektikleri numaraların neye mal olduğunu anlamamı sağladı. Türk topraklarının kast-ı mahsus ile uğradığı felaketler nerede vücut bulmuş ise, Türk şiirinin duçar olduğu perişanlıklar da orada tevellüd etmiştir. 

III.
Vaktiyle ağabeyime:  "Karacaoğlan'ın Nemçe Kralına yazdığı şiiri biliyor musun?" diye sorduğumda bana hiç aklımdan çıkmayan şu cevabı vermişti: "Karacaoğlan Nemçe Kralına şiir yazmaz, Karacaoğlan Nemçe Kralını tehdit eder ve o da şiir olur." Bu cevap bana mümin ferasetinin ne demek olduğunu enikonu göstermişti. İmdi, kendi nefsini tehdit etmekten bile aciz insanların yazdıkları ile Karacaoğlan'ın yazdığı şeye aynı ismi vereceksek, yandı gülüm keten helva. Helvayı yakmamak için şu hakikati görmemiz gerekiyor: Bırakın kendi nefislerini tehdit etmeyi bilakis şiir ile nefislerini cilalayıp cilalayıp parlattıkları, fotojenik sırıtışlarla her yerde karşımıza çıktıkları, o sırça ekranlarda caka sattıkları gün gibi ortadadır. Elhak, bunlara kimsenin bir şey dediği yok, yapsınlar, alan memnun satan memnun değil mi efendim, arz talep meselesi bu işler, zaten yazdıkları şeylerin arz talep meselesinden gayrısı olmadığı su götürmez bir gerçek. Lakin canımızı sıkan şey, bunu Türk şiiri diye sunmaları. Kimsenin tuttuğunuz ekmeğe, bellediğiniz yola hased ettiği yok, Türk şiirine iftira atmayın yeter. Başa sarıp tersten cevaplamaya çalıştığımız sorulara dönelim. 'Ulaştığın yer ulvi bir menzil mi yoksa senin yola başladığın noktadan çok daha süfli bir adres mi?' diye bir soru atmıştık ortaya. Haddi zatında bu sorunun cevabı yazının akışı içinde kendiliğinden husule geldi. Amma velakin şunu söylemek gerekiyor, ulvilik ve süflilik artık geçer akçe değil. Revaçta olan şey, dolaşıma girdiği an aldığı beğeni, pozların piksel piksel kalitesi, yazdıkları şeyler ile bir başkasına nanik çekmek, artistik ve fiyakalı laflar, sürekli göz önünde olmak vs vs. Buradan ne ulvilik çıkar ne de süflilik. Burada ulvilik ve süflilik statü dışı kalır. O iddiayı taşıyamayacak kadar çelimsiz bir gürültü patırtıdan başkası değil.  'Şiirini verip karşılığında ne alıyorsun? Aldığın şey ile sağladığın gıda seni nereye ulaştırıyor?' Yazımız devam ederken bu sorularla tekrar karşı karşıya gelmek havanda su dövmeye benziyor. Yani ben bunları sordum da ne oldu veya kendi kıt aklımla cevaplamaya çalıştığım bu sorular bu düzeni mi değiştirecek, elbette hayır. Kimse üzerine alınıp, hakikaten ya, Allah bizi ıslah etsin, nadim oldum, Ya Rabbim tövbe estağfurullah mı diyecek? Zinhar demeyecek. Aksine belki bana sayıp sövecek, belki kıskandığım zannında bulunacak ve kuvvetle muhtemel umurunda dahi olmayacak. İşte bu sebepledir ki, yazının başlığında 'sataşmak' kelimesini kullandım. Bu yazdıklarım sataşmaktan öte gidemez, bu hem müspet manada hem menfi manada bir tesir uyandırıyor bende. Çünkü onlarla kavga edecek ne PR sahibiyim ne de beni dikkate alacak birileri var, bu menfi yönüydü. Öte yandan elbette onlarla kavga edemem, dövüşemem, sadece sataşırım; çünkü onlarla aynı ortamda değilim, aynı melaneti paylaşmıyorum, rıza göstermediğim şey onlara hayat sunuyor, o düşüklükten beriyim. Sataşmak kelimesi sadece bunlarla sınırlı değil bu yazı için. Onların yazdıkları şey, artık her neyse, o şeyler de Türk şiirine sataşmaktan başka bir anlam ifade etmiyor. Ne Türk şiiriyle savaşacak kadar güçlü bir karşıt cephenin ifadesi olmaya namzetler ne de mevziyi tahkim edecek bir malzemeye sahipler. Yalnızca sataşma. Türk şiirine sataşıp duran bu insanlara Allah'ın akıl fikir vermesini niyaz ederek, vatanımız için Türk şiirinin eteğine yapışmalarını salık veriyorum. ALLAHU EKBER. Bol bol sadaka verelim, beş vakit namazı aksatmayalım. 'Kıl beşi kurtar başı' sözü başka hiçbir şeye ilgimi yöneltemeyecek kadar hayatımın merkezinde yer alması gerekirken bu zırvalarla uğraştığım için Allah beni affetsin. Amin.


21 Temmuz 2013 Pazar

sönmeyen masal




Burhan Sönmez’in hayatına göz atan herkes ‘Masumlar’ı okurken yarı otobiyografik bir romanla karşı karşıya olduğunu anlayacaktır. Üstelik Sönmez bu otobiyografik ögeleri romanın alt katmanlarına saklama gereği duymadan apaçık bir şekilde vermiştir. Gerçi otobiyografik olmayan bir edebi metin var mıdır? Her eser zaten yazarın hayatından fışkırmaz mı? İsmet ÖzelŞiire Damıtılmış Hayat’ adlı kitabın sunuş yazısında şöyle söylemişti:  “Her kitabı yazan kendi hakkında yazar ve kim olursa olsun bir kitabı okuyan, okuduğunu kendi hakkında yazılmış olduğu kanaatinden sapmadan okur.”  İsmet Özel’in bu sözleri inancımı pekiştirdi.
Romanda yer alan Cambridge, Haymana ovası yazarın hayatını derinden etkilemiş yerlerdir ve yine romanda geçen uykusuzluk Burhan Sönmez’in yıllarca peşini bırakmayan bir illettir. Romanın başkahramanı Brani Tawo’nun babaannesi Kewe de Sönmez’in annesine masallar anlatan köylü bir kadından başkası değildir. Sönmez Cambridge’de tercümanlık yaparak geçimini sağlamaktadır Brani Tawo da. Bunları örnek olsun diye verdim, otobiyografik ögeler bunlarla sınırlı değil.
Bu girizgâhtan sonra romanın muhteviyatına ve tekniğine geçebiliriz. Romanda birbiriyle paralel olarak ilerleyen iki farklı mekân iki farklı zaman ve iki ayrı dünya var. İlki Haymana ovasındaki bir köy diğeriyse Cambridge. Haymana ovasındaki köy ile Cambridge arasındaki yarılma ve ayrılık birçok unsur kullanılarak okura usta bir anlatım ile veriliyor. Haymana’da zaman daha hissedilir, yekpare ve döngüsel bir biçimdeyken Cambridge’de ise zaman çizgisel ve insan algısını darmadağın eden bir hız ile akan bir biçimde. Nitekim köy kısmında kırk elli yıllık bir zaman dilimi üç beş sayfada anlatılırken Cambridge’te tek bir saati sayfalarca anlatıyor Sönmez. Çünkü köyde zaman bir bütünlük arz ettiği için ha kırk yıl olmuş ha yüz yıl bir şey fark etmiyor oysa şehirde durum öyle değil, şehirde zaman parçalanmıştır, şehrin bir saati bir saatini tutmaz. Bu zaman akışlarındaki farklılık hem romana bir canlılık katıyor hem de köy kent arasındaki farklılığı hissetmemizde önemli bir yer tutuyor. Ayrıca bir Cambridge’e bir Haymana’ya savrulan okur dikkatini devamlı diri tutuyor, bu özellik okuyucuyu sürekli romanın içinde tutması açısından gayet başarılı. Tekdüzeliği kırıyor. Zaman akışlarındaki farklılık da bana aynı şeyi hissettirdi, vitesi kâh artıran kâh azaltan bir zaman tekniği okura bir canlılık sağlıyor. Bu köy kent farklılığını hissetmemizi sağlayan tek şey zaman akışındaki farklılık değil. Haymana ovasındaki köy ile Cambridge anlatılırken tamamen ayrı diller ve üsluplar tercih edilmiş. Bu dil meselesi bence çok mühim. Bana göre romanın vermek istediği gerçeklik duygusuna göre dil tercihi değişkenlik göstermelidir. Her duruma göre farklı bir dil vardır. Italo Calvino da ‘Amerika Dersleri’nde “Bana dil hep dikkatsizce, rastgele bir biçimde kullanılıyormuş gibi geliyor ve bundan katlanılması zor bir rahatsızlık duyuyorum.” demişti. İşte Burhan Sönmez dili o kadar dikkatli ve içerikle üst üste gelecek şekilde kullanıyor ki, dil anlatının ayrılmaz bir parçası haline geliyor. Yani romanda anlatılanlar ancak bu dil ile anlatılabilir başkası ile değil. Köyü anlatırken kullanılan dil açıklayıcı, boşluklara yer vermeyen nitelikte. Çünkü köy hayatının kendi içinde bir bütünlüğü var. Daha sıcak, samimi, akıcı ve hikâye etmeyi seven bir dil. Şehirde ise kısa, yoğun ve boşluklu bir dil var. Çünkü şehirde bir bütünlük duygusu yok. Köyün aksine eksikliği, yarımlığı ve yetersizliği seven bir dil kullanılmış. Bu iki dil arasındaki farklılık da köy ve kent arasındaki farklılığı hissetmemizi sağlıyor.  
Romanın temel izleği ise gurbet ve sıla özlemi duygusu üzerine inşa edilmiş. Yalnız gurbet sadece memleketinden ayrı düşme şeklinde ele alınmamış. Roman şu cümlelerle başlıyor, “Benim vatanım çocukluğumdu ve ben büyüdükçe uzaklaştım ondan, uzaklaştıkça da o büyüdü içimde.” Yani yetişkinlik demek de çocukluğun gurbeti demek istiyor Burhan Sönmez. Memleketten ayrı kalmanın yaşattığı gurbet, çocukluktan her gün biraz daha uzaklaşmanın yaşattığı gurbetin dışında bir diğer gurbet de ölüm. İnsanın sılası hayattır, gurbeti ise ölüm. Biz ölünce hayattan kopacağız ve gurbete düşeceğiz yani ölüme. Bunun için de ölümden korkarız. Tabii bu görüş tamamen batı mahsulü, bunu da söylemek gerek. İslam düşüncesine göre tam tersidir, insan dünyaya gelmekle Allah’tan ayrı düşmüştür ve dünya onun için gurbettir, ölünce Allah’a kavuşacak ve gurbeti sona erecektir. 
Özellikle değinmek istediğim birkaç şey daha var. Wittgenstein bölümü bence romanın en iyi bölümü olmuş. Sinematografik bir özellikte bence, sırf bu bölümün filmi çekilse yeridir. Sonra antikacı dükkânına ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ kitabından ilhamla BatıCephesi ismi verilmesi çok hoş bir ironi olmuş. G.G. Marquez’in son romanını yayınevine vermeden korsan basımcıların eline geçmesi hikâyesi gerçek mi kurgu mu bilemiyorum ama o da çok hoş bir yer tutmuş romanda. Zaten romanda Marquez’in etkisini rahatlıkla görüyoruz ve J.D. Salinger’in. Bir de Bach’ın ay ışığında tuttuğu notlar hakkında anlatılan bir anekdot var ki, o da harika.

Burhan Sönmez’in masal anlatmadaki becerisi, doğu ve batı edebiyatının verimlerini bir potada başarıyla eritmesi bu romanın gücünü anlatmaya yetecektir. Bu roman hakkında daha anlatacak çok şey var ama benden bu kadar. 

16 Temmuz 2013 Salı

roman'a mihman


“Eleştirinin görevi, yapıtın bir yorumunu vermek değil, onun sessizliklerini konuşturmaktır.”
                                                                                                                [Terry Eaglaton]

Aforizmalar doğru yerde kullanıldığı takdirde epey geniş bir alan açmaya yardımcı oluyor. Ben de kendime bu alanı açmak için Friedrich Nietzsche’nin bir aforizmasına başvuruyorum. Nietzsche, ‘Tragedyanın Doğuşunda şöyle diyor:  “Sanat doğanın bir taklidi değildir; tersine ona yapılan bir ektir, kendisini aşmak üzere yanına dikilen fizik ötesi bir ekidir doğanın.” Ben bu sözü roman için kullanacağım, daha doğrusu roman doğrultusunda yorumlayacağım, böylece meramımı anlatmaya çabalayacağım. Romanı ne değerli kılar? Roman niçin üst düzey sayılır? Romanın derdi yani tezi olmalı mıdır? Romanın tezi olursa bu onu estetik olarak aşağıya çeker mi?  Bu soruların içine girip, tek tek cevaplamak elbette bu yazının gücü yetmeyeceği şeyler. Ama yazı bunlar etrafında dönmeye çalışacak naçizane. Şimdi efendim, romanla kurulan bağ insandan insana değişir. Romanı okuyan insanın yanında ne getirdiği, birikimi, romanla kurduğu duygusal bağ, önyargıları ve daha birçok şey romana estetik değer biçerken insanın kullandığı ölçütlerdir. Ben duygusal bağ ve önyargıları bir kenara bırakarak tamamen edebi değerini, teknik başarısını test etmeye çabalıyorum bu yazıda, aslında istemesem bile bir kitap hakkında yazı yazmakla doğrudan bu test etme işine girmiş oluyorum. Nietzsche sözünün ilk bölümünde ne diyordu “Sanat doğanın bir taklidi değildir” ben bunu “Roman hayatın bir taklidi değildir” şeklinde bozuyorum daha doğrusu yeniden yapılandırıyorum. Evet, roman hayatın bir taklidi değildir yani ideal olan budur, iyi edebiyat budur, başarılı roman budur. Zaten roman çıkış itibariyle insanı gerçek hayatın baskısından kurtarmak ve gerçek hayatın akışını kırmak için vardır. Eğer iyi roman diye bir şeyden bahsedeceksek bu romanın gerçek hayatı taklit etmesi şeklinde değil, romanın gerçek hayatı etkisi altına alacak kadar ciddi bir yükün altına girmesiyle olur. İnsanlar iyi romanı okuyunca demeli ki, bakınız burada böyle bir hayat var, biz buna itibar etmeliyiz. Roman bunu yaparken de bir ahlak dersi vermemeli, insanları bir doğrunun peşine takmamalı, o doğru romanda kendiliğinden ortaya çıkmalı yani roman öğüt vermek yerine o doğruyu yaşayan bir hayat kurmalı. Böyle bir roman pek çok şeyi başarmış olur ve mimetik olmaktan kurtularak hayatın ta kendisi olur. Hayatın ta kendisi olan roman da Nietzsche’nin dediği gibi taklit/mimetik olmaktan kurtularak  “ona yapılan bir ek” olma vasfına ulaşır. Bu birinci kısımdı. Kaba bir ifadeyle ve genellemeyle sanırım meramımı anlattım.
İkinci kısma da şöyle. Bir eser bu özellikle romansa bir düşüncenin peşinde koşar mı? Bir düşünceyi yedeğine alarak yazılmış bir roman ne derece başarılı ve estetiktir? Kanonik romanlar niçin küçümseniyor? Bunlara da kaba bir genellemeyle cevap vermeye çalışalım. Roman bir düşüncenin yedeğinde koşmaktan ne kadar uzaklaşırsa o kadar roman olur. Roman insana nüfuz etmeye çalıştığı için bir değer arz eder. İnsandan ve onun varoluş problemlerinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar da değeri düşer. Bugün İslami edebiyat camiasında hidayet romanlarının ötesine geçilemediği için kaliteli bir İslami roman oluşturulamadı. Bu romanların tek derdi, romandaki sapık insanı hidayete eriştirmektir ve mutlu sonla bize veda eder. Bu konturları çok belirgin roman tarzı estetik olarak hiçbir değer taşıyamıyor maalesef. Çünkü insan problemine değil bir düşüncenin peşine takılmış gidiyor bu romanlar, yani kanon derdinde. Belki de romanın öz olarak ‘hümanist’ bir sanat olması İslami roman denilen şeyin ölü doğmasına sebep oluyor, her neyse bu İslami roman mevzuuna da romanın bir fikir, düşünce peşinde koşmasına, okuyucuyu ikna etmeyi kendine dert etmesi sebebiyle değindim. Estetik olarak bir değer taşımamasına örnek olsun diye verdim. Çok kaba bir genelleme olduğunu söylemekle birlikte burada da meramımı anlattığımı zannediyorum.




İmdi, Akif Kurtuluş’un ‘Mihman’ına gelelim. Bence ‘Mihman’ birinci ve ikinci kısımlarda bahsettiğim birçok olumsuz vasfı bünyesinde barındırıyor maalesef. Birinci kısımda şikâyet ettiğim hayatın taklidi mevzuunda yer yer başarılı delikler açsa da genel olarak olumsuz hanesini doldurmuş bence Akif Kurtuluş. İkinci kısımda yakındığım meselede ise tamamen olumsuz haneyi doldurmuş maalesef Kurtuluş. Şimdi efendim kalkıp bir başka romancı da Akif Kurtuluş’un vaz ettiği şeylerin zıddına bir roman yazarsa ne yapacağız? Roman böyle bir şey mi? Romanı biz bir tenis maçı seyreder gibi kafamızı bir o tarafa bir bu tarafa çevirerek mi takip edeceğiz? Bence roman böyle bir şey değil. Başka şeylere de değinmek niyetindeydim, mesela her kahramanının kendi ağzından olayı anlatırken romanın istenilen akışkanlığın, ritmin sağlanamadığı hususunda, ancak genel olarak böyle bir rahatsızlık yok sanırım bu benim şahsi sıkıntım. Yazımızı roman kahramanımız Memet Fuat’ın sözleriyle bitirelim, “İnsan kim olduğuna karar veremez. Kim olduğu sorusuna verdiği cevabın hiçbir önemi yoktur zaten. O cevabı başkaları verir. Hepimiz hem bir başkasının kim olduğuna karar verecek kadar iktidar sahibiyiz, hem de başka bir iktidarın bu soruya verdiği cevap karşısında, çaresiz…” 

20 Haziran 2013 Perşembe

mahrem yaşamlar




Portre çalışmalarına yabancı değilim. Daha önce Orhan Okay’ın ‘Silik Fotoğraflar’ını ve Beşir Ayvazoğlu’nun ‘Defterimde Kırk Suret’ini okumuştum. Bu sefer de batılı bir yazarın kaleminden okumak istedim. Gerçi batılı deyince yekpare bir bütünden ve o bütünü oluşturan parçaların hepsinin aynı özellikleri haiz gibi görmekten kaçınmamız lazım. Bir İngiliz’le İspanyol’u aynı ‘Batılı’ tanımı altında toplamak birçok şeyi görmemizin önüne set çekecektir. Her neyse, konuyu dağıtmayalım. Javier Marias İspanyol bir romancı. ‘Yazınsal Yaşamlar’ da Marias’ın edebi portre çalışmalarının yer aldığı harika bir kitap. Okay’ın ve Ayvazoğlu’nun ciddi ve ağırbaşlı portre çalışmalarının aksine Marias’ta eğlenceli ve biraz da magazinsel bir yol izlenmiş. Kitaplarını okurken dibimizi düşüren yazarların kitapların dışında yer alan gerçek hayatları insanı çok şaşırtıyor. Neler var neler! Mesela Faulkner’in at düşkünlüğü onu ölüme götürmüş aynı Faulkner ‘Döşeğimde Ölürken’ gibi bir şaheseri sadece 6 haftada yazmış. Henry James ölmesine yakın zamanlarda kafayı tırlatmış ve kendini Napoleon Bonaparte sanarak kardeşi Joseph’e İspanya tacını kabul etmesi için yakarışlarla dolu mektuplar yazmış. Robert Louis Stevenson ile Henry James o kadar iyi arkadaşmış ki, Stevenson’un evinde sadece Henry James’in oturabildiği ‘James koltuğu’ varmış. Dostoyevski kumarda donuna kadar kaybedip çareyi Turgenyev’den borç almakta bulurmuş. Thomas Mann o kadar kibirliymiş ki, insanın midesi bulanırmış. Vladimir Nabokov tıpkı Camus gibi çok iyi bir kaleciymiş ve kelebek sevdalısıymış, Freud’a da ‘Viyana ördeği’ dermiş. Rilke,  Yasnaya Polyana’da Tolstoy’u ziyaret etmiş. Malcolm Lowry tıpkı bizim Beşir Fuad gibi bileklerini kesmiş. Hele Arthur Rimbaud’un Paul Verlaine ile dostluğu insanın dudağını uçuklatıyor. Rimbaud’la Verlaine birbirlerine silah çekmişler ve Rimbaud yaralanınca Verlaine’i şikâyet etmiş bunun üzerine Verlaine iki yıl kürek mahkûmu olmuş. Oscar Wilde eşcinsellik yüzünden hapse girmiş. Yukio Mişima harakiri yapmış. Elbette koca kitapta sadece bunlar yok, tadımlık olsun diye yazdım bunları. Kuramın sıkıcı havasından bıkan, romanın lezzetinden başka tatlar arayanlar için bu kitap birebir. Yazımızı ilk defa Marias’tan duyduğum Isak Dinesen’in sözleriyle bitirelim, “Sanatta gizem yoktur. Görebildiğin şeyleri yap, onlar sana göremediklerini gösterecekler.”


3 Haziran 2013 Pazartesi

roman var roman var


aharon appelfeld ismine ilk defa romancı selçuk altun'un 'kitap için' adlı kitabında rast geldim. selçuk altun beğendiği romancıların listesini yapmış, aharon appelfeld de onlardan biri. evimizin yakınındaki il halk kütüphanesinin rafları arasında dolaşırken birden gözüm takıldı, baktım 'aharon appelfeld - demir raylar'. eh, alıyım bari dedim ve aldım.

roman isminden de anlaşılacağı üzere rayların üzerinde geçiyor. bundan iki yıl önce 'demiryolu hikayeleri' isimli bir öykü toplamı okumuştum. sel yayınlarının tematik olarak bir araya getirdiği öykü kitaplarını bilenler bilir, 'demiryolu öyküleri'nde de trenlerin, vagonların, rayların, istasyonların içinden geçen öyküler bir araya getirilmiş, enfes bir kitap olmuş, benden tavsiye, okuyun hak vereceksiniz. neyse konuyu çok dağıttık, 'demir raylar'a dönelim. appelfeld bir ukrayna yahudisi. soykırım günlerini yaşamış, annesi de kamplardan birinde öldürülmüş. kendisi de kampların birinden kaçmış, üç yıl ormanlarda dolaşmış daha sonra kızılordu tarafından yakalanmış ve ordu emrine verilmiş. roman da aşağı yukarı appelfeld'in yaşamı ekseninde ilerliyor, yani otobiyografik bir roman. ana kahramanımız erwin siegelbaum'un annesi ve babası bir toplama kampında öldürülmüş, erwin de anababa katilini bulmak için şehirden şehire trenle seyahat ediyor ve onu öldürme planları kuruyor. geçimini ise antika ticaretinden sağlıyor. erwin her gittiği yerde eski bir tanıdıkla karşılaşıyor, bu kişiler çoğunlukla ya kamplardan ya da anne babasının da içinde yer aldığı yahudi komünizm hareketinden. burada bir teknik bir sıkıntıyı dile getirmem gerekiyor, erwin durmadan birisiyle karşılaştığı için haliyle romana yeni bir kişi dahil oluyor ve bu kişiler yeterince tanıtılmadan, çok yüzeysel bir tahlille romanda yerini alıyor, böyle olunca da romanın ana vasıflarından biri olan karakter derinliği zarar görüyor. zaten bence 'demir raylar' romandan ziyade novella ya da uzun hikaye niteliğinde bir kitap. öyle ki, erwin'in hayatını derinden sarsan sevgilileri bile geçiştirilerek anlatılmış, bence buradan romanın genel havasına uygun olarak dramatik bir zenginlik devşirilebilirdi. kitap genel itibariyle böyle. dikkat çekici bir teknik becerisi ya da sarsıcı bir olay örgüsü yok. övülecek tek yanı, doğrudan hedefe giden ve ne yaptığını bilen bir roman olması, gevezeliğe kaçmaması. yani romanın daha başından yahudi soykırımını anlatacağı ve işi bitireceği belli, bu açıdan gayet başarılı. ancak yahudi soykırımından bahsetmese ve yazarı yahudi olmasa bu kadar dile çevrileceği şüpheli bir roman. çünkü dünyada böyle bir eğilim olduğu yadsınamaz bir gerçek. lobi faaliyetleri falan filan. neyse oralara girmesek daha iyi. bu roman aklıma başka bir romanı daha getirdi, 'sana gül bahçesi vadetmedim', iki yaz önce yine bu zamanlar başlamıştım ve yarım bırakmıştım. o roman da yahudi soykırımından bahsediyordu. şizofren bir kızın üzerinden yahudi toplumunun panoroması veriliyordu romanda. yarım bırakmamın sebebi şuydu, yahudilerin sıkıntıları anlatılırken o kadar ağlamaklı bir üslup kullanılmıştı ki bu beni rahatsız etmişti çünkü roman estetik bir takım gereklilikleri bulunan ve rafine edilmiş bir metin. eğer siz bu edebi formda eser veriyorsanız daha inceltilmiş ve estetize bir şekilde anlatmalısınız meselenizi. 'demir raylar' da aynı dertten mustarip. her şeye rağmen, ibrani edebiyatından haberdar ettiği ve roman dünyamıza bir tuğla daha koyduğu için es geçmiyoruz. yazımızı erwin siegelbaum'un sözleriyle bitirelim, "gözlerimden yaşlar delik bir kaptan sızar gibi akıyordu."